Kategoriler
Deprem Eğitimi

Sessiz Depremler Nedir? Yer Kabuğunu Kırmadan Gizli Tehlike

Deprem denilince aklımıza genellikle aniden gelen, yerin altında bir enerji boşalımıyla oluşan, yeri sarsan, binaları yıkabilen ve insanları korkutan bir doğa olayı gelir. Ancak, sismologların (deprem bilimciler) son yıllarda yaptığı çalışmalar, yer kabuğunda çok daha “sessiz” ve “yavaş” ama bir o kadar da tehlikeli bir sürecin işlediğini ortaya koydu: Sessiz depremler. Bilimsel literatürde “yavaş depremler” veya “sessiz kayma olayları” olarak da adlandırılan bu fenomen, geleneksel depremlerin aksine, hiçbir sarsıntıya neden olmadan, günler, hatta haftalar boyunca enerjiyi sessizce boşaltır.

Geleneksel Depremlerden Farkı Nedir?

Normal bir deprem, bir fay hattının iki tarafındaki blokların birbirine sürtünme kuvvetiyle kilitlendiği ve bu kilitlenmenin, biriken enerjiyi aniden, saniyeler veya dakikalar içinde kırarak boşalttığı bir süreçtir. Bu ani enerji boşalımı, sismik dalgalar yayar ve biz bunları sarsıntı olarak hissederiz.

Sessiz depremler ise tam tersine, aynı fayın aynı kilitli bölümlerinde, enerjinin aniden kırılmak yerine, yavaş yavaş ve sürekli bir kayma ile boşalmasıdır. Bu kayma o kadar yavaştır ki, geleneksel sismometrelerle tespit edilebilecek güçlü sismik dalgalar üretmez. Bir benzetme yapmak gerekirse; normal bir deprem, sıkıştırılmış bir yayın aniden serbest bırakılması gibidir. Sessiz deprem ise aynı yayın çok yavaş bir şekilde, neredeyse fark edilmeden esnetilmesidir. Bu süreç bazen haftalar sürebilir ve toplamda enerji olarak 6 veya 7 büyüklüğündeki bir depreme eşdeğer bir kayma meydana getirebilir.

Nasıl Tespit Ediliyorlar?

Sessiz depremler sismik sarsıntı üretmediği için klasik yöntemlerle tespit edilemezler. Bilim insanları bu gizli olayları ortaya çıkarmak için farklı bir teknoloji kullanır: GPS (Küresel Konumlama Sistemi) ve InSAR (Uydu Tabanlı Radar Görüntüleme). Bu sistemler, yer kabuğundaki milimetrik düzeydeki hareketleri bile hassas bir şekilde ölçebilir. Yer kabuğunun belirli bir bölgesinde, herhangi bir sarsıntı olmaksızın, yavaş ve sürekli bir kayma tespit edildiğinde, bu bir sessiz depremin göstergesidir. Özellikle Japonya, ABD’nin batı kıyısı (Cascadia ve San Andreas fayları), Meksika ve Yeni Zelanda gibi aktif tektonik bölgelerde düzenli olarak gözlemlenmektedirler.

Asıl Tehlike Büyük Depremler Üzerindeki Tetikleyici Etkisi

Peki, yer sallanmadığına ve doğrudan bir yıkıma neden olmadığına göre, bu sessiz depremler neden “gizli bir tehlike” olarak adlandırılıyor? Cevap, onların büyük ve yıkıcı depremlerle olan kritik ilişkisinde yatıyor.

Yer kabuğundaki gerilim, sürekli olarak fay hatları boyunca birikir. Normalde bu gerilim, büyük bir depremle aniden boşalır. Ancak sessiz depremler, bu gerilimin bir kısmını “sessizce” ve “zararsız” bir şekilde boşaltıyormuş gibi görünebilir. Fakat asıl mesele şudur: Bir fay hattı bir bütündür. Sessiz bir deprem, fayın derinlerdeki ve daha yumuşak olan bir kısmında meydana gelir. Bu kayma, boşaltılan gerilimin bir kısmını, fayın daha sığ ve “kilitli” olan, yani uzun süredir hareket etmeyen komşu bölümlerine aktarabilir.

Bu durum, o kilitli bölgelerdeki gerilimi daha da artırarak, onların kırılma eşiğine yaklaştırabilir. Yani, sessiz bir deprem, büyük bir depremin tetikleyicisi veya son dürtücüsü olabilir. Bir başka deyişle, fayın bir bölümündeki “sessiz patlama”, diğer bir bölümünde “gürültülü bir patlamaya” yol açabilir. Örneğin, 2011’de Japonya’da meydana gelen 9.0 büyüklüğündeki yıkıcı Tōhoku depreminden önceki yıllarda, bölgede bir dizi sessiz depremin meydana geldiği tespit edilmiştir.

Türkiye ve Sessiz Depremler

Türkiye, dünyanın en aktif fay hatlarından bazılarının (Kuzey Anadolu Fayı, Doğu Anadolu Fayı vb.) üzerinde yer alıyor. Bu nedenle, sessiz depremlerin Türkiye’de de olup olmadığı önemli bir araştırma konusudur. Son dönemdeki bilimsel çalışmalar, özellikle Marmara Denizi’nin altındaki fay segmentlerinde bu tür yavaş kayma olaylarının olabileceğine işaret etmektedir. Eğer bu doğrulanırsa, Marmara’da beklenen büyük depremin zamanlaması ve dinamikleri üzerinde sessiz depremlerin önemli bir rol oynadığı anlaşılacaktır. Bu da, deprem riski değerlendirmelerine yepyeni bir boyut getirecektir.

Sessiz depremler, deprem biliminde devrim yaratan bir keşiftir. Bize, yer kabuğunun hareketinin sanılandan çok daha karmaşık olduğunu gösteriyor. Sadece “sarsıntı” ile değil, “sessiz bir kayma” ile de enerji birikimi ve boşalımı yaşanabildiğini öğretiyor. Bu gizli tehlike, doğrudan yıkıcı olmasa da, büyük depremlerin tetiklenme mekanizmasında kilit bir rol oynayabilir. Bu nedenle, sessiz depremleri daha iyi anlamak ve izlemek, sadece bilimsel bir merak değil, aynı zamanda toplumları olası büyük depremlere karşı daha iyi hazırlayabilmek, erken uyarı sistemlerini geliştirebilmek ve risk modellerini iyileştirebilmek için hayati bir öneme sahiptir. Depremle mücadelede, yeri sallanan değil, sessizce kayan tehlikenin de farkında olmalıyız.

Kategoriler
Deprem Teknolojisi

Richter Ölçeği ve Moment Büyüklük Ölçeği, Hangisi Daha Doğru?

Depremler, yerkabuğundaki ani enerji boşalımlarının neden olduğu, yıkıcı etkilere sahip doğa olaylarıdır. Bu enerjinin büyüklüğünü niceliksel olarak ifade etmek ve depremleri karşılaştırabilmek için tarih boyunca çeşitli ölçekler geliştirilmiştir. Bu ölçekler arasında, halk arasında en çok bilineni hiç şüphesiz Richter Ölçeği’dir. Ancak, sismoloji biliminin ilerlemesiyle birlikte, Moment Büyüklük Ölçeği (Kısaca Mw) daha kapsamlı ve doğru bir alternatif olarak öne çıkmıştır. Peki, hangisi daha “doğru”? Bu sorunun yanıtı, doğruluk tanımımıza ve ölçeğin hangi depremler için kullanıldığına bağlıdır.

Richter Ölçeği: Bir Devrimin Doğuşu

1935 yılında Amerikalı sismolog Charles F. Richter tarafından Kaliforniya’daki depremler için geliştirilen bu ölçek, sismoloji tarihinde bir dönüm noktasıydı. Richter, depremin büyüklüğünü, özel olarak kalibre edilmiş bir Wood-Anderson torsiyon sismografının belirli bir mesafeden (100 km) kaydettiği maksimum dalga genliğinin logaritması olarak tanımladı.

Richter Ölçeği’nin Temel Özellikleri:

  • Yerel ve Sınırlı: Temel olarak sığ ve yakın mesafedeki (episantıra ~100 km’den daha az) orta büyüklükteki depremler için tasarlandı. Bu nedenle, Kaliforniya depremleri için ideal bir ölçüttü.
  • Logaritmik: Ölçek logaritmik tabanlıdır. Bu, ölçekteki bir birimlik artışın, depremde açığa çıkan dalga genliğinin 10 kat, enerjinin ise yaklaşık 32 kat arttığı anlamına gelir. Örneğin, 6.0 büyüklüğündeki bir deprem, 5.0 büyüklüğündekinden 32 kat daha fazla enerji açığa çıkarır.
  • Doyma Sorunu: Richter Ölçeği’nin en büyük handikapı “doyma” eğilimidir. Çok büyük depremlerde (genellikle 6.5-7.0’ın üzerinde), sismografın iğnesi sallanmaktan çıkıp “doyma” noktasına ulaşır ve kayıtlar maksimum değeri gösterir. Bu nedenle, 8.0 ve üzeri devasa depremlerin gerçek büyüklüğünü ayırt etmekte yetersiz kalır. Örneğin, 2004’teki 9.1-9.3 büyüklüğündeki Hint Okyanusu depremi, Richter Ölçeği’yle ölçülemeyecek kadar büyüktü.

Kısacası, Richter Ölçeği kendi bağlamında, yani belirli bir bölge ve büyüklük aralığı için “doğruydu”. Ancak evrensel ve her ölçekteki depremi kapsayacak bir yapıya sahip değildi.

Moment Büyüklük Ölçeği (Mw): Depremin Fiziğine Dayanan Evrensel Ölçek

1970’lerde sismologlar Thomas C. Hanks ve Hiroo Kanamori, Richter Ölçeği’nin kısıtlamalarını aşmak için depremin fiziksel özelliklerine dayanan daha kapsamlı bir ölçek geliştirdiler: Moment Büyüklük Ölçeği.

Bu ölçek, depremin “sismik momentine” dayanır. Sismik moment (Mo), bir depremin gerçek gücünü temsil eden temel bir fiziksel niceliktir ve aşağıdaki faktörlerin çarpımıyla hesaplanır:

  1. Kayaçların Sertliği (Rijitlik Modülü): Fayın bulunduğu bölgedeki kayaların ne kadar dirençli olduğu.
  2. Fay Alanı: Kırılan fay düzleminin toplam yüzey alanı.
  3. Ortalama Yer Değiştirme (Atım): Fayın iki tarafının birbirine göre ne kadar kaydığı.

Moment Büyüklük Ölçeği’nin Üstünlükleri:

  • Doymaz: Sismik moment, depremin kaynağındaki fiziksel süreçle doğrudan ilişkili olduğu için doyma sorunu yoktur. Hem çok küçük (0.0) hem de çok büyük (9.5 ve üzeri) tüm depremleri tutarlı bir şekilde ölçebilir.
  • Fiziksel ve Evrensel: Depremin gerçek enerjisi ve boyutları hakkında doğrudan bilgi verir. Dünyanın her yerindeki her türlü deprem için güvenle kullanılabilir.
  • Yıkım Potansiyeli ile Daha İyi Korelasyon: Bir depremin yıkıcı gücü, sadece büyüklüğe değil, aynı zamanda fayın türüne (doğrultu atımlı, ters, normal), odak derinliğine ve zemin koşullarına da bağlıdır. Moment büyüklüğü, fayın boyutu ve atım miktarı gibi parametreleri içerdiği için, yıkım potansiyelini tahmin etmede Richter’e göre genellikle daha anlamlıdır.

Peki, Hangisi Daha Doğru?

Bu sorunun cevabı nettir: Günümüzde, bilimsel anlamda Moment Büyüklük Ölçeği kesinlikle daha doğru ve tercih edilen ölçektir.

“Doğruluk” bu bağlamda, bir depremin gerçek fiziksel boyutunu en iyi yansıtan, en kapsamlı ve en güvenilir ölçüyü ifade eder. Moment Büyüklük Ölçeği, depremin kalbine, yani faydaki enerji boşalımının kendisine odaklanır. Dünya genelindeki tüm sismoloji kuruluşları (USGS, Kandilli Rasathanesi vb.) büyük depremlerin nihai ve resmi büyüklüklerini Moment Büyüklük Ölçeği (Mw) ile rapor eder.

Ancak, burada önemli bir ayrıntı vardır: Richter Ölçeği hiçbir zaman “yanlış” değildi; sadece sınırlıydı. Kendi tasarlandığı koşullar altında hala geçerli ve kullanışlıdır. Hızlı ancak daha az hassas ilk büyüklük tahminleri için hala “Yerel Büyüklük (ML)” gibi Richter benzeri ölçekler kullanılabilir. Medyada veya halk arasında “Richter ölçeğine göre” ifadesi, dilimize yerleşmiş bir alışkanlık olarak varlığını sürdürmektedir. Ancak, arka planda bu verilerin çoğu, aslında Moment Büyüklüğü’ne dayanmaktadır.

Richter Ölçeği, depremleri ölçmek için atılmış devrimsel bir ilk adımdı ve halkın deprem büyüklüğünü anlamasında kritik bir rol oynadı. Ancak bilim ilerler. Tıpkı eski bir cep telefonunun temel işlevleri yerine getirebilmesine rağmen, günümüzün akıllı telefonlarının sunduğu kapsamlı özelliklere sahip olamayışı gibi, Richter Ölçeği de yerini daha gelişmiş ve evrensel bir teknolojiye, Moment Büyüklük Ölçeği’ne bırakmıştır.

Dolayısıyla, bir depremin gerçek ve nihai büyüklüğünü öğrenmek istiyorsak, referans alacağımız şey, sismologların kullandığı Moment Büyüklük (Mw) değeri olmalıdır. Bu, depremin fiziksel gerçekliğini anlamak ve potansiyel etkilerini doğru bir şekilde değerlendirmek açısından en güvenilir yoldur.

Kategoriler
Deprem Teknolojisi

Deprem Erken Uyarı Sistemleri Ne Kadar Güvenilirler?

Doğanın en yıkıcı güçlerinden biri olan depremlerle mücadelede insanlığın geliştirdiği en önemli teknolojilerden biri de Deprem Erken Uyarı Sistemleri’dir (EEWS). Bu sistemler, yer kabuğundaki kırılmanın yarattığı ve farklı hızlarda ilerleyen sismik dalgaları tespit ederek, yıkıcı dalgalar ulaşmadan saniyeler öncesinde erken uyarı vermeyi amaçlar. Peki, hayat kurtarıcı potansiyeli yüksek olan bu sistemler gerçekte ne kadar güvenilir? Bu sorunun cevabı, sistemin çalışma prensibini, avantajlarını ve kaçınılmaz sınırlamalarını anlamakta yatıyor.

Sistem Nasıl Çalışır?

Temel prensip oldukça basittir: Bir deprem anında, hasar yapıcı güce sahip olan yüzey dalgalarından (Love ve Rayleigh dalgaları) çok daha hızlı hareket eden, ancak daha az yıkıcı olan P (Birincil) dalgaları vardır. Deprem Erken Uyarı Sistemleri, yerleşim yerlerine ve kritik tesislere stratejik olarak konumlandırılmış sismometre ağlarıyla bu ilk P dalgalarını tespit eder. Saniyeler içinde, depremin lokasyonu, büyüklüğü ve olası şiddeti hızla hesaplanır. Ardından, daha yavaş ama yıkıcı olan S (İkincil) dalgaları ve yüzey dalgaları hedef bölgeye ulaşmadan önce, otomatik bir uyarı sinyali gönderilir.

Bu sinyal; televizyon ve radyo yayınlarını kesebilir, akıllı telefonlara bildirim düşebilir, doğalgaz hatlarını kapatabilir, asansörleri en yakın kata çıkarıp kapılarını açabilir, cerrahi müdahalelerin yapıldığı hastanelerde doktorlara kritik saniyeler kazandırabilir ve enerji şebekelerini korumaya alabilir.

Güvenilirliği Etkileyen Faktörlerde Avantajlar ve Sınırlamalar

Deprem Erken Uyarı Sistemlerinin güvenilirliği mutlak değildir ve bir dizi faktöre bağlıdır.

Avantajları ve Güçlü Yönleri

  1. Zaman Kazancı: Sistemin en büyük faydası, sağladığı birkaç saniye ile bir dakika arasındaki kritik zaman dilimidir. Özellikle depremin merkez üssünden uzaklaştıkça bu süre artar. Bu süre, “çök-kapan-tutun” gibi hayat kurtarıcı bir pozisyon almak, tehlikeli bir makineden uzaklaşmak veya güvenli bir yere geçmek için yeterli olabilir.
  2. Otomasyon için Fırsat: Sistemlerin en etkili kullanım alanlarından biri, insan müdahalesine gerek kalmayan otomatik tepkilerdir. Doğalgaz vanalarının kapanması, köprülere ve tünellere girişin engellenmesi gibi önlemler, ikincil felaketleri önlemede son derece güvenilirdir.
  3. Altyapının Korunması: Enerji santralleri, ulaşım ağları ve iletişim sistemleri gibi kritik altyapılara yapılacak otomatik müdahaleler, depremin sosyal ve ekonomik etkilerini azaltmada hayati rol oynar.

Sınırlamaları ve Güvenilirlik Sorunları

  1. “Kör Nokta” (Blind Zone) Sorunu: Sistemin en büyük handikapı, depremin merkez üssüne çok yakın olan bölgeler için neredeyse hiç zaman kazandırmamasıdır. Sismometreler ilk dalgayı tespit edip veriyi işlerken, yıkıcı S dalgaları çok kısa sürede, hatta bazen uyarıdan önce yere ulaşmış olabilir. Yani, en çok hasarın beklendiği bölgelerde sistem en az etkilidir.
  2. Yanlış Alarm ve Kaçırılmış Alarm Riski: Sistem, karmaşık algoritmalara dayanır. Büyük bir depremin ilk verileri, bazen küçük bir depreminkine benzeyebilir, bu da sistemin depremin büyüklüğünü olduğundan küçük veya büyük tahmin etmesine neden olabilir. Yanlış alarmlar (false positive) toplumun sisteme olan güvenini zedelerken, kaçırılmış alarmlar (false negative) ise çok daha vahim sonuçlar doğurabilir.
  3. Teknoloji ve Altyapı Bağımlılığı: Sistemin sürekli çalışır halde olması, veri iletim hatlarının kesintisiz olması ve elektrik kesintilerine karşı yedek sistemlerle desteklenmesi gerekir. Ayrıca, uyarıların halka hızlı ve etkin bir şekilde ulaştırılması için güçlü bir iletişim altyapısı şarttır.
  4. Halkın Bilinç Düzeyi: En gelişmiş sistem bile, halk doğru tepkiyi vermeyi bilmiyorsa anlamını yitirir. Saniyeler içinde gelen bir uyarı karşısında paniğe kapılmak yerine soğukkanlılıkla “çök-kapan-tutun” hareketini yapabilmek, sistemin güvenilirliğini tamamlayan en önemli insan faktörüdür.

Deprem Erken Uyarı Sistemleri bir kurtarıcı değil, bir risk azaltma aracıdır. Kesinlikle “deprem tahmin sistemi” olarak algılanmamalıdır. Güvenilirlikleri, mutlak bir kesinlikten ziyade, sağladığı zaman avantajı ve tetikleyebileceği otomatik tepkilerle ölçülmelidir. Japonya, Meksika ve Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelerde başarıyla uygulanan bu sistemler, Türkiye’de de AFAD tarafından hayata geçirilmiştir. Ancak, bu sistemlerin başarısı, teknolojik altyapının sürekli iyileştirilmesine, olası hataları en aza indirecek daha gelişmiş algoritmaların geliştirilmesine ve en önemlisi, toplumun bu konuda sürekli eğitilmesine bağlıdır.

Özetle, Deprem Erken Uyarı Sistemleri, depremle mücadelede %100 güvenilir bir sihirli değnek değildir. Ancak, doğru anlaşıldığında ve doğru kullanıldığında, bize doğanın yıkıcı gücü karşısında paha biçilmez saniyeler kazandıran, hayat ve altyapı kayıplarını azaltma potansiyeli yüksek, vazgeçilmez bir teknolojik destektir. Unutulmamalıdır ki, bu sistemler deprem riskini ortadan kaldırmaz, ancak onunla baş etme becerimizi güçlendirir.

Kategoriler
Deprem Eğitimi

Deprem Korkusunun İnsan Genetiğine Etkisi

Doğal afetler, yalnızca fiziksel yıkıma yol açmakla kalmaz, aynı zamanda derin ve kalıcı psikolojik izler bırakır. Depremler, öngörülemezlikleri ve yarattığı muazzam yıkımla bu afetlerin en travmatik olanları arasındadır. Peki, yaşanan bu yoğun korku ve travmanın etkileri yalnızca psikolojimizle sınırlı kalmıyor, genlerimize işlenerek gelecek nesillere aktarılıyorsa? Bu soru, modern bilimin en ilgi çekici alanlarından biri olan epigenetik sayesinde yanıt bulmaya başlıyor.

Travmanın Nesiller Arası Mirası

Deprem korkusunu anlamak için onu basit bir fobi olarak görmek yetersiz kalır. Bu korku, varoluşsal bir tehdide verilen, kökleri binlerce yıllık evrimimize dayanan derin bir tepkidir. Atalarımız, hayatta kalmak için tehlikeleri hızlıca tanıyıp onlardan kaçınmak zorundaydı. Deprem gibi kontrol edilemez ve yıkıcı bir olay, bu kadim korku devrelerini en üst düzeyde tetikler. Ancak burada kritik olan nokta, bu korkunun kalıtım yoluyla aktarılma mekanizmasıdır. Klasik genetik anlayışımız, DNA’mızdaki gen dizilimimizin (genotip) değişmeden aktarıldığını söyler. Yani ebeveyniniz bir depremden korktu diye, siz “deprem korkusu geni” ile doğmazsınız. Asıl etki, genlerimizin nasıl ifade edildiğini düzenleyen epigenetik mekanizmalarla gerçekleşir.

Epigenetik, “genlerin üzerindeki” anlamına gelir ve DNA dizimizi değiştirmeden, genlerin açılıp kapanmasını kontrol eden moleküler anahtarları ifade eder. Bu anahtarların en önemlilerinden biri, DNA’mızın etrafına sarılı olan histon proteinlerinde yapılan “metilasyon” gibi kimyasal modifikasyonlardır. Yoğun ve uzun süreli stres, travma ve korku, vücuttaki stres hormonlarını (kortizol gibi) artırır. Bu hormonal dalgalanma, epigenetik işaretleyicileri etkileyerek, özellikle stres tepkisi, kaygı ve korku hafızasıyla ilişkili genlerin (örneğin, glukokortikoid reseptör genleri) ifadesini değiştirebilir. Yani gen aynı gendir, ancak travma geçirmiş bir bireyde bu gen daha az aktif hale gelebilir, bu da stresle başa çıkma mekanizmalarının zayıflamasına yol açabilir.

İşte bu noktada, çarpıcı bir gerçekle karşılaşırız: Bu epigenetik değişiklikler kalıtsal olabilir. Yani, bir deprem felaketini bizzat yaşayan ve bu nedenle derin bir travma ve korku geliştiren bir birey, yalnızca bu psikolojik yükü taşımakla kalmaz, aynı zamanda bu travmanın epigenetik imzasını yumurta veya sperm hücreleri aracılığıyla çocuklarına aktarabilir. Bu, Lamarck’ın “kazanılmış özelliklerin kalıtımı” fikrini modern bir bağlamda yeniden düşünmemizi sağlar.

Bilim ve Bilimin Konuya Tuttuğu Işık

Bilimsel çalışmalar yukarıdaki teoriyi desteklemektedir. Örneğin, Holokost kurbanlarının çocuklarında, ebeveynlerinin travmasıyla bağlantılı spesifik epigenetik değişiklikler tespit edilmiştir. Benzer şekilde, 1999 Gölcük Depremi’ni yaşayan bireyler üzerinde yapılan araştırmalar, travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) geliştirenlerde stresle ilişkili genlerde epigenetik değişimler olduğunu göstermiştir. Bu durum, deprem korkusunun nesiller boyu süren bir mirasa dönüşebileceğine işaret eder. Bir sonraki nesil, hiç deprem görmemiş olsa bile, atalarından aldığı bu epigenetik yük nedeniyle kaygıya, strese ve korkuya daha yatkın bir şekilde dünyaya gelebilir. Bu, genetik bir “kader” değil, ancak artmış bir “yatkınlık” veya “hassasiyet” olarak tanımlanabilir.

Sonuç olarak, deprem korkusu yalnızca psikolojik bir olgu değil, biyolojimizin derinliklerine işleyen ve potansiyel olarak genetik mirasımızı şekillendiren karmaşık bir fenomendir. Epigenetik, travmanın sessiz bir dil gibi nesiller arasında nasıl aktarılabildiğini göstererek, hem bireysel hem de toplumsal travmaları anlama ve iyileştirme konusunda yepyeni bir kapı aralamıştır. Bu bilgi, deprem sonrası ruh sağlığı hizmetlerinin önemini daha da artırmakta, çünkü bugün bir yetişkine verilen psikolojik destek, yalnızca onun değil, henüz doğmamış torunlarının da hayat kalitesini olumlu yönde etkileyebilecek epigenetik bir müdahale anlamına gelebilmektedir. Deprem korkusunun izlerini sürmek, bize yalnızca geçmişin yüklerini değil, aynı zamanda iyileşme ve direnç için sahip olduğumuz derin biyolojik potansiyeli de gösterir.